İnceleme-Araştırma etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
İnceleme-Araştırma etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

14 Ekim 2013 Pazartesi

Kenneth C. Davis & Jenny Davis - Edebiyattan Pek Anlamam


Edebiyattan Pek Anlamam (Don't Konow Much About Literature) 

Kenneth C. Davis& Jenny Davis

NTV Yayınları

2011, İstanbul

ISBN: 978-605-5443-24-5

208 Sayfa

Çeviri: Taciser Ulaş Belge



Tüm zamanların en etkili kitap ve yazarları hakkında bilmeniz gerekenler

Gelelim yazın okuduklarıma... Yazın okuduğum en hoş en keyifli kitaplardan biriydi Edebiyattan Pek Anlamam. Biraz Türk Dili ve Edebiyatı bölümüne Yüksek Lisans'a başvuracağım için okudum. Belki mülakatta dünya edebiyatından da soru falan gelir diye. Gerçi mülakat hiç umduğum gibi gitmedi. En sevdiğim yazar bile sorulmadı neyse. Kitabın en ilgimi çeken noktası aslında 2011 yılında basılmış olmasına rağmen bu sene dikkatimi çekmiş olması. Birkaç arkadaşımın okuduğunu görünce ve bir sınav hazırlığım olunca aldım ben de ve bir çırpıda okudum. 

Çok keyifli... Her sayfada ya bir yazar ya da bir konu başlığı inceleniyor. Altında da sorular oluyor. Hem bilginizi ölçüyorsunuz hem de bilmediklerinizi öğreniyorsunuz. Daha ne olsun. 

Kitabın George Orwell, Rüzgar Gibi Geçti, Agatha Christie, Franz Kafka, Distopyalar, James Joyce, Nobel Ödülü Kazananlar/Kazanamayanlar, Jane Austen, Homeros, Dante, Soljenitsin v.b. sınavlarını başarıyla geçtim. Bir sürü not aldım,satır altı çizdim. 

Kitabın başında ki alıntıyı da çok sevdim: 
"Bilmediklerinizi bir araya toplasanız çok büyük bir kitap olur" Sydney Smith 

Şahane değil mi? 

Kitap seviyorsanız -ki seviyorsunuzdur bir kitap blogu okuduğunuza göre- okumanızı tavsiye ederim. 


 Nasıl okumuşum? Böyle :) 

İYİ BAYRAMLAR :) 

8 Ekim 2010 Cuma

Mina Urgan - Virginia Woolf


Virginia Woolf

Mina Urgan

Yapı Kredi Yayınları

1997 İstanbul

ISBN 975-363-363-7

212 Sayfa






Bazen okumadığım yazarları ve kitapları düşünüyorum da umutsuzluğa kapılıyorum. Ama bir yerlerden başlamak lazım öyle değil mi? Okumadıklarımı değil de, okuduklarımı düşünerek avunmak daha keyifli. 2010’da bazı hedeflerimi tutturmayı başardım (bunlar 31 Aralık 2010 da yazmayı düşündüğüm Bilanço 2010’un konusu). Bu ay bir diğer hedefimi gerçekleştirmeye doğru adım attım. 2010’a girerken “Bu sene Virginia Woolf okumalıyım” demiştim. Dün akşam üstü Mina Urgan’ın kitabını sonlandırdım ve Deniz Feneri’ne başladım. Sevgili Meral bana Mina Urgan’ın kitabını en son okumamı önermişti. Hayatını ve bu ay okumayacağım kitapları üzerine yazılanları okudum ve sevgili Meral’in önerisine uyarak okuyacağım kitapların yorumlarını sonraya bıraktım. Hayatını önce okumuş olmam daha anlamlı oldu. Daha önce Kafka Haftasında belirttiğim üzere Dönüşüm’ü okuduğumda bazı şeyleri anlamlandıramamıştım. Ancak Kafka’nın hayatını okuduktan sonra taşlar yerlerine oturdu. Virginia Woolf için de bu durumun geçerli olduğunu biliyorum. Aslında yazarlar ne kadar kabul etmeseler de kendilerinden yada çevrelerinden beslendikleri yadsınamaz. Bu sebeple yazarın hayatını öğrenmek eserlerini okurken büyük bir avantaj sağlamakta.
Mina Urgan tartışılmayacak bir isim. İngiliz Edebiyat tarihi üzerine yazdıkları, çevirileri ile bir armağandı. Virginia Woolf’u onun cümlelerinden okumak çok keyifliydi.
Kitap Virginia Woolf’un ailesi, çocukluk ve gençlik yılları ile başlıyor. Daha sonra evliliği, cinsel sorunları, kişiliği ve akıl hastalığı ile devam etmekte. Daha sonra ölümü, eleştirmenliği ve roman türünde yapmak istediği değişim konuları ele alınıyor. Kitap, Virginia Woolf’un ilk yazdığı kitap olan The Voyage Out - Dışa Yolculuk- ile devam ederek Woolf’ün tüm eserleri inceleniyor.
İntihar ettiğinde çok ünlü olmayan Virginia Woolf edebiyat tarihinin en özel ve önemli isimlerinden. Bilinç akışı yöntemini ilk uygulayan yazarlardan biri.
1882’de Londra’da dünyaya gelen Virginia Woolf, Viktoria Çağı’nın tanınmış yazarlarından Sir Leslie Stephen’ın kızıydı. Virginia'nın annesi Julia Duckworth ile Leslie Stephen'ın beş çocukları oldu. Yaş sırasıyla Vanessa, Julian, Thoby, Virginia ve Adrian. Virginia onüç yaşındayken annesini kaybetti. Virginia’nın ailesi varlıklı idi. Londra’da aydın bir çevrede yaşarlar ve yazları Cornwall bölgesinde St. Ives’daki evlerinde, deniz kıyısında geçirirlerdi. “Bu sebeple eserlerinde deniz önemli bir yer tutar” der Mina Urgan. Virginia daha küçük yaşta yazar olmaya karar vermişti.
Sir Leslie Stephen üniversitede öğretim üyesiydi ve kızlarının evdeki kütüphaneden istediklerini okumasına izin veriyordu. Aslında kızlarına baskı yapmamasına rağmen, farkına varmadan kişiliği ile kızlarını eziyordu. Babasına bu yüzden duyduğu öfke Virginia'nın femist olmasında büyük etken olmuştur. 1904 yılında, Virginia Woolf yirmi iki yaşındayken ölen babasından kinle bahsetmekte. Zira kalabalık ailesine fazla emek veren annesinin henüz genç bir yaşta ölmesine karşılık babasının yetmiş iki yaşına kadar yaşamasına güç katlanmıştır. Ölümünden yıllar sonra bile babasını büyük bir kinle anar ve o öldükten sonra yaşayabildiğini ve kitap yazabildiğini söyler. Ancak kendini öldürmeden kısa bir süre önce annesiyle babasını sevgiyle anar. Aslında onun yazmasını sağlayan edebi açıdan beslenmesini sağlayan bir çevrede yetişmesinde babasının imkanlarının olduğunu anlamıştır.   
1912 yılında Leonard Woolf ile evlenen Virginia, cinsel açıdan buz gibiydi. Küçük yaşta yaşadığı travma nedeniyle erkeklerden iğrenme derecesinde tiksiniyordu. Ancak kocasını çok seviyordu ve kendilerini "İngiltere'nin en mutlu çifti" olarak kabul ediyordu. Kocasıyla kafa olarak çok iyi anlaşan Virginia Woolf, bedensel haz dışında herşeyi kocasıyla paylaşırdı. Kocası da onu çok severdi ve yazarlığına güvenirdi. Sadece bu nedenden dolayı Hogart Press adını verdiği bir basımevi kurdu. Başta Virginia Woolf'un eserleri olmak üzere çeşitli yazarların kitaplarını basan Hogart Press zaman içinde büyük bir yayınevine dönüştü. Böyle bir imkana sahip olması Virginia Woolf için büyük bir nimetti. Tanınmadığı için kitabını bastıramayabilirdi ve bu onu küstürüp yazmaktan vazgeçirebilirdi.
Virginia Woolf'un akıl sağlığına gelince, o her zaman biraz deli olanlardan değildi. Ya tamamen deliren yada aklı tam başında olanlardandı. İyi olduğu zaman kimse anlamazdı fakat aklını yitirdiğinde aylarca kendinde olmazdı. Manik depresif teşhisi konan Virginia Woolf için Alix Strachey, düşgücüyle deliliğin içiçe olduğunu, deliliğin tedavi edildiğinde düş gücünü yitirebilceğini söylemiştir.
Zaten akıl sağlığı yerinde olmayan Virginia Woolf "Perde Arası" romanını yazdığı sıralarda artık kendini yeterince yetenekli hissetmiyor, yeteneğini kaybettiğini düşünüyordu. Her gün savaş korkusu ve yeteneğini kaybetmenin vermiş olduğu stresden ruhsal bunalıma girmiş, 28 Mart 1941’de daha fazla dayanamayıp evlerinin yakınlarında bulunan Ouse nehrine ceplerine taşlar doldurarak atlayıp intihar etmiştir. Denizi sevmesine ve romanlarında yer vermesine rağmen Virginia Woolf yüzme bilmiyordu. Geride iki intihar mektubu bırakmıştır. Birisi kardeşi Vanessa Bell'e diğeri ise kocası Leonard Woolf'a.
Klişedir ya delilik ve dahilik içiçe diye sanırım Virginia Woolf bu durumun akla gelen ilk örneklerinden. Hem Virginia Woolf'u okumak, hem de Mina Urgan'dan Virginia Woolf'u okumak lazım. Ben şimdi Deniz Feneri'ne döneyim.

Virginia Woolf'un Eserleri:
Dışa Yolculuk (1915)
Gece ve Gündüz (1919)
Kendine Ait Bir Oda (1929)
Dalgalar (1931)
Londra Manzaraları (1931)
Flush, Bir Köpeğin Romanı (1933)
Yıllar (1937)
Üç Gine (1938)
Perde Arası (1941)
Virginia Woolf'un Günlükleri
Pazartesi ya da Salı

5 Ekim 2010 Salı

John Freely - Osmanlı Sarayı - Bir Hanedanlığın Öyküsü-


Osmanlı Sarayı - Bir Hanedanlığın Öyküsü  (Inside the Seraglio)

John Freely

Remzi Kitabevi

2002 İstanbul

ISBN 975-14-0836-9

368 Sayfa

Çeviren: Ayşegül Çetin



John Freely'nin aslında bir fizik Profesörü olduğunu öğrenince oldukça şaşırmıştım. Kitaplarına baktığınızda onun tarih alanında uzman olduğunu düşünürsünüz. Ama işin aslı öyle değil. Bu yazarın ilk okuduğum kitabı ve aslında Türkiye Uygarlıklar Rehberi serisini daha çok merak ediyorum.

Aslen İrlandalı John Freely 1926 yılında New York'da doğmuştur. 1960 yılında Türkiye'ye gelen yazar, Robert Koleji'nde ders vermiştir ve halen Boğaziçi Üniversite'sinde ders vermekte. Yazar, Maureen Freely'nin de babası. Baba kız bu sene kitap fuarında "İstanbul'u Yazmak" üzerine bir söyleşi gerçekleştirecekler. Söyleşi 31 Ekim pazar günü Uluslararası Salon'da.

Kitaba gelince Osmanlı Hanedanlığı'nın, Fatih Sultan Mehmet ile başlayan saray hayatı anlatılıyor. Gayet sade, anlaşılır bir Osmanlı Tarihi arka planı ile Sultanların aile ve özel hayatları gözler önüne sunulmakta. Akıcı ve sürükleyici. Ancak ben Osmanlı Tarihi uzmanı değilim. Bazı bilgiler beni başka kaynaklardan teyit etmeye mecbur etti. Zira uzun yıllardan beri Türkiye'de yaşamasına rağmen bazı cümleler oryantalist bir bakış açısıyla kaleme alınmış. Ancak genel bir Osmanlı Hanedanlık tarihini ara vermeden okumak isteyenler için ideal bir kitap. Zaten alt başlık da kitabın konusunu gayet güzel aktarmakta. Ben şimdi Virgina Woolf'a kanalize oluyorum. İyi okumalar :) ...

24 Eylül 2010 Cuma

John Curran - Agatha Christie'nin Gizli Defterleri


Agatha Christie'nin Gizli Defterleri (Agatha Christie's Secret Notebooks)

John Curran

Altın Kitaplar

Eylül 2010 İstanbul

ISBN: 978-975-21-1251-3

447 Sayfa

Çeviri: Füsun Doruker




Öncelikle Altın Kitapları tebrik etmek gerekir. Agatha Christie'nin 120. Doğumgünü için böyle muhteşem bir kitabı yayınladıkları için. İlk olarak çıkacağını sevgili Biblio'dan öğrendiğim kitabı çok merak etmiştim. Sipariş vermek üzere idim ve hemen sepetime ekledim. Tasarım olarak çok başarılı bulduğumu öncelikle söylemeliyim. Ancak kitabın en güzel yanı artık bitti derken Poirot'nun bize hoş bir sürpriz yapması. Evet daha önce yayınlanmamış olan "Kerberos'un Yakalanması" (Hercule'un On İki Görevi) ve "Köpeğin Topu Olayı" adlı iki öykü ile Poirot bizlerle.
Kitap, Agatha Christie'nin defterlerine tuttuğu notlar eşliğinde kitaplarını nasıl yarattığını gösteriyor. Cinayetin Kraliçesi'nin nasıl çalıştığını hep merak ederdim. Her şeyi bir yana bırakın her kitabında en az on karakter yaratmak bile başlı başına bir zeka işi. Bir kitabın yaratılma sürecini görmek, hele yazar Agatha Christie olunca çok keyifli oldu. Kalın bir kitap olmasına rağmen rahat okunuyor. Gerçi ben bazı yerlerini atlamak zorunda kaldım. Zira okumadığım kitapları ile ilgili detaylar mevcuttu. Yazarda kitapların büyüsünü bozmamak adına her bölümün başında Agatha Christie'nin hangi kitaplarından bahsedildiğini belirtmiş. Bu gerçekten çok önemli. Dün ismi vermeceğim bir yayınevi gayet iyi niyetle Agatha Christie'yi 120. Doğumgünü sebebiyle anmış. Ancak Christie'nin en önemli kitabı Roger Ackroyd Cinayeti'nin tüm sırrını bir güzel anlatmış. Agatha Christie yaşarkende buna benzer bir olay yaşanmış ve bunu yapan gazeteye ağır bir mektup yazmış.
Kitapta en ilginç notlardan biri Agatha Christie'nin "Nil'de Ölüm" için kurgulanan karakterlerin hiç birini bu kitap için kullanmayıp, karakterlerin hemen hepsini "Nil'de Ölüm" den sonra yazdığı "Ölümle Randevu" için kullanmış olması. Dahası Christie "Nil'de Ölüm" için ilk olarak Poirot yerine Miss Marple'ı düşünmüş. Kitap böyle ilgi çekici notlarla dolu.
Öykülere gelince ilk öykü "Kerberos'un Yakalanması" hem Agahta Christie elinden çıkmış gibi durmaması hem de politikadan hoşlanmamasına rağmen dönemin politik durumunu yansıtan bir öykü olması bakımından hayli ilgi çekici. Curran da bunu özellikle belirtmiş ve yayınlanmamasının nedenin bu olduğunu belirtmiş. Öyküde August Hertzlein adlı bir diktatörden bahsediyor. İsim size birini anımsattı mı? Evet Adolf Hitler.
Diğer öykü ise Poirot'a gelen bir yardım mektubu üzerine araştırmalarına başlayan Poirot'nun sınırlı ipucu ile olayı çözmesini anlatıyor. Başka Poirot öyküsü okuyamacağımız düşündüğümüz anda bu iki yeni öykü çok güzel bir hediye. Umarım Curran araştırmalarına devam eder ve belki kıyıda köşede kalan öyküler keşfeder. Curran, halen Trinity Koleji'nde Agatha Christie üzerine bir doktora çalışması yapıyor. Hayalimdeki doktora konusu :)
Agatha Christie sevenlerin kaçırmaması gereken bir kitap.

21 Ağustos 2010 Cumartesi

Stuart Kelly - Kayıp Kitaplar Kitabı


Kayıp Kitaplar Kitabı (The Book of Lost Books)

Stuart Kelly

Bilgi Yayınevi

2009 Ankara

ISBN: 978-975-22-0285-6

477 Sayfa

Çeviri: Hakan Gür




Homeros'tan Dante'ye, Jane Austen'den Georges Perec'e kadar pek çok yazarın istekleri ya da istekleri dışında yazdıklarının nasıl kaybolduklarına dair çok güzel bir kitap Kayıp Kitaplar Kitabı. Meğer okuyamacağımız ne çok kitap varmış diye düşündürüyor. Zaten sağlam kitap kurtları var olan kitapların bile hepsini okuyamamanın verdiği hezeyanı yaşarken bir de kayıp kitapların üzüntüsü ona ekleniveriyor ki bu da biraz daha depresif bir durum yaratmıyor değil. Geçenlerde Kafka Haftasında Max Brod'un edebiyat dünyasındaki önemini ısrarla belirtmiştim. O olmasa Kafka'yı okuyamacaktık. Ancak herkes Kafka kadar sağlam bir dosta sahip değil anlaşılan.


Antikçağ ve Ortaçağ eserlerini kayıpları zaman sebebiyle normal karşılanabilir elbette. Ancak insanoğlunun savaş arzusu pek çok şeyin yanında sanat eserlerini de yok etmiştir. Çok değil yakın bir geçmişte Amerikan askerlerinin Irak'a getirdikleri demokrasi! sırasında Bağdat Müzesinin yağmalanmasını hatırlayın. Binlerce yıllık eserler hala kayıp.


Ancak yazarın ve batı dünyasının doğru bildiği yanlışı düzeltmek isterim. Kitapda İskenderiye kütüphanesinin Araplar tarafından yakıldığı yazılmış. Ancak Marcus Antonius ve Octavianus arasındaki savaşlar sırasında İskenderiye kütüphanesi yanmıştır.


Neler okuyamayacağım diye merak edersiniz bu kitap size göre. İyi okumalar.

4 Şubat 2010 Perşembe

Lois Martin - Cadılığın Tarihi


Cadılığın Tarihi


Lois MARTIN


Kalkedon Yayınları


2009 İstanbul


ISBN 978-605-5679-31-6


99 Sayfa



Cadılar, Ortaçağ, Büyü, Okültizm sevdiğim konular... İdefixe'de bu kitabı görünce hemen sipariş verdim. Kitap bir cep kitabı olarak hazırlanmış. Ayrıntıya girmeden ana hatlarıyla özet bir tarihi yelpaze sunuyor. Sayfa sayısından da anlaşılıyor. Kolay okunan bir kitap. İlgilendiğim bir konu olduğu için severek okudum.

Cadı imgesi modern çağda gerek -bizde henüz pek kutlanmayan- cadılar bayramı gerek sinema gerekse televizyonlarda genel olarak sempatik olarak kullanılan bir imge. Tatlı Cadı Samantha'yı kim sevmez? Ya da Harry Potter'ı. Samantha tatlı... Harry Potter sempatik...
Peki Ortaçağ'da yakılan onca kadının suçu neydi. Bu konu derin bir konu. Kitabın alt başlığı "Ortaçağ'da Bilge Kadının Katli". Bunda derin bir mana gizli. Kitapda rastlamadım ama başka bir yerde okuduğuma göre (kaynağını hatırlayamıyorum), Ortaçağ'da kilise erkek doktorlar yetiştirmeye başlar, ancak o dönemde tıp kadınların elindedir. Ebeler, kocakarılar insanları doğurtur, hastalıklarını teşhis eder ve yaptıkları bitkisel ilaçlarla onları iyileştirirlermiş. Hal böyle olunca kimse kilisenin yetiştirdiği doktorlara (ki kendileri erkek) kimse gitmemiş. Bu yüzden kilisenin özellikle kadınları hedef alan bu cadı avını başlattığını okumuştum. Ne kadar acı.
İlk kadın yakılması (engizisyonun emriyle) 1180 yılında Toulouse kentinde gerçekleşti. O yıllarda binlerle ifade edilen sayılar zamanla arttı. İyimser rakam 200.000 kişi.
Cadılarla ilgili basılmış en ünlü kitap 1486 yılında Jacop Sprenger ile Heinrich Kramer'in yazdıkları Malleus Maleficarum (Cadıların Çekici) adlı kitapdır. Kitapda bilinen cadı inançlarının ayrıntılı listesinin yanında, şüpheli cadıların sorgulanması için önerilen yasal prosedürleri içeriyordu. En etkili cadı avı metinlerinden bir olarak tarihe geçen kitap 1669 yılına kadar 29 kez basılmıştır. Bu tür kitapların yanında cadı avına karşı çıkan en ünlüsü ise Friedrich Spee'nin 1631 yılında yayınlanan Cautio Criminalis (Suçlarda Dikkat Edilecekler) kitabıdır. Kitapda "O işkenceyi papaya yapsan, o da cadı olduğunu kabul eder" benzeri cümlelerle doludur.
Dediğim gibi bir cep kitabı Cadılığın Tarihi. Daha önce Haydar Akın'ın "Ortaçağ Avrupası'nda Cadılar ve Cadı Avı" (Dost 2001) kitabını okumuştum. Haydar Akın cadılara ve cadı avına dair ne varsa detaylarıyla kapsamlı olarak kitabında yer vermiş. Bende cadılarla ilgiliyim, belki de bir cadıyım, okuyayım kısa ve öz olsun derseniz Lois Martin'in "Cadılığın Tarihi"ni, yok uzun uzun detaylı okuyayım derseniz Haydar Akın'ın "Ortaçağ Avrupası'nda Cadılar ve Cadı Avı"nı tavsiye ederim.
Cadılığın Tarihi kitabından:
"Cadıların Sabbatlar'a uçarak gittikleri fikri, kökenlerini gece gezintisi ya da vahşi av olarak bilinen pagan geleneğinden almaktadır ve pagan tanrıça Diana ile onun yerel benzerlerinin klasik cadı prototipini nasıl etkilediği konusunda en güçlü ögelerden biridir. Öte yandan geceleri gökyüzünde dolaştıklarına ve insanların kanını emdiklerine inanılan baykuş görünümlü iblis kadınlar olan kan emici striga ya da lamialar gibi pagan efsanelerinin de etkisi vardır. Bu inançlar, büyük oranda bebek katili iblisler Lilith ve Lamia efsanelerininden beslenmişti. İbrani efsanesine göre Lilith, Adem'in kaburga kemiğinden değil kendisi gibi yeryüzünden yaratılmış ilk karısıydı. Bu Lilith'i Adem'den aşağı değil onunla eş değer bir konuma getirmektedir. Evlilikle ilgili bir dizi tartışmanın ardından yuvadan uçtu ve iblis aşıklarıyla birlikte çölde yaşayabilmek için onu terk etti. Lilith kendi iblis çocuklarının hayatına karşılık yeni doğmuş bebeklerin canını alan şeytani ve kin dolu bir figüre dönüştü. Benzer biçimde, Libya kraliçesi Lamia da kendi çocuklarının tanrıça Hera tarafından öldürülmesinin ardından bir bebek katiline dönüştü. Hera Lamia'nın, kocası Zeus'un sevgilisi olduğunu fark etmişti. Daha sonra bedbaht Lamia'nın diğer insanların çocuklarını öldürerek intikamını aldığı söylenir. Bu farklı ve birbirinden uzak halk hikayeleri zamanla birbirine karışmış ve sonraki Orta Çağların ardından uçan şeytani cadı prototipi ortaya çıkmıştır."
"Cadıların Sabbat'lara uçarak gittiği inancı pek çok açıdan sorgucuların çoğu zaman dile getirdiği gibi, Sabbat'ların ıssız ve ulaşılmaz yerlerde yapıldığı iddiasını pekiştirmek için gerekliydi. Newfoundland, cadıların popüler gece istikametlerinden biriydi."
"Engizisyon'un İngiltere'de çok az etkisi oldu ve cadılık kıtanın tümünde korkuya neden olan komplo teorisi biçimine asla dönüşmedi. Hatta Malleus Maleficarum, kıtada defalarca basılmasına karşın, görece modern zamanlara dek İngilizce'ye çevrilmedi."
Ortaçağ Avrupası'nda Cadılar ve Cadı Avı kitabından:
"Engizisyon mahkemesi komisyonunda yer alan doktorun iki görevinden biri sanığın sorguda işkence nedeniyle erken ölmesini engellemek, diğeri ise cellatlara sanatlarını icra ederken yardım etmek ve yeni teknikler göstermekti."
"17. yüzyılın başına kadar kısmen uygulanan eski infaz ritüelleri, diri diri yakma, suda boğma ve diri diri toprağa gömme olarak üç grupta toplanmıştır. Bunlar celladın can alma görevini, doğanın sınırsız arındıran kudretine terk etmiştir. Suçlunun suçlu olduğu tespit edilince kötülüklerden arınması için kan dökmeksizin ateş, su, toprak gücü ile arınması için bırakılmıştır."
Birde bunun yanında günümüzde hızla yayılan Wicca dinide bu konunun bir başka boyutu.



Yargılanın cadı olduğunu anlamak için sorulan sorulardan bazıları:
1. Kedi, kurbağa, fare, yarasa gibi şüpheli hayvanlarla aranız iyi mi?
2. Canınızı sıkan insanların başına kötü şeyler geliyor mu?
3. Solak mısınız?
4.Suya düşünce batmadan suyun üzerinde kalabiliyor musunuz?
5. Arkadaşlarınız sizi fazla kibirli, gururlu ya da kıskanç olarak nitelendirir mi? (NTV Tarih Ekim 2009)
Not: Beni Ortaçağ'da kesin potansiyel bir cadı olarak görürlerdi belki de yakarlardı. Çünkü kedilere bayılırım, üstelik solakım :S


Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...