Ölmeden Önce Okunması Gereken 1001 Kitap etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Ölmeden Önce Okunması Gereken 1001 Kitap etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

26 Ağustos 2014 Salı

Hermann Hesse - Boncuk Oyunu


Boncuk Oyunu (Das Glasperlenspiel)

Hermann Hesse 

Yapı Kredi Yayınları

2012, İstanbul

ISBN : 9789750803611

560 Sayfa

Çeviri Kamuran Şipal






"Çünkü bir büyüyü içerir her başlangıç."


Hesse okumamızın ilk kitabı Boncuk Oyunu idi. Çok uzun süredir merak ettiğim bir romandı.Boncuk Oyunu bir Bildungsroman. Bildungsroman, Alman Edebiyatında bireyin oluşum dönemini ve sonunda ulaştığı ideal durumu ele alan roman türü olarak açıklanabilir. En ünlü bildungsromanlar: Jane Eyre, David Copperfield, Martin Eden, Harry Potter. 

Boncuk Oyunu, Joseph Knecht'in biyografisini anlatır. Knecht, 20. yüzyılda Avrupa'da kapalı bir grubun üyesidir ve okul çağından başlayarak Magister Ludi yani Boncuk Oyunu Üstadı olana kadarki dönemini anlatır. Boncuk Oyunu grubun var olmasının temeli olmasına rağmen hiç bir zaman romanda oyunun ayrıntıları açıklanmıyor. Büyük merakla oyunun detaylarını okumayı beklerken felsefe, matematik, müzik, edebiyat, tarih ve mantık gibi bilim dallarına ait çıkarımlar, sentezler buluyorsunuz. 

İlk başlarda biraz sıkıcı gelse de ortalarına doğru öykü anlam kazanmaya başlıyor. Knecht'in memnuniyetsizliği ortaya çıkıyor. Roman ayrıca ölmeden önce okunması gereken 1001 kitaptan biri. Hesse külliyatının en önemli eserlerinden biri.

SON BONCUK OYUNCUSU

Önünde oyuncağı, renk renk boncuklar,
Oturur iki büklüm, ülke tarumar,
Savaş ve veba binmiş ensesine,
Yıkıntılarda sarmaşıklar, arılar vızır vızır.
Yorgun bir huzur kısık sesli ilahilerle
Yankılanır dünyada, suskun yaşlılık çağı
Renk renk boncukları boncuklarını sayar ihtiyar,
Uzanır eli mavi bir boncuğa, bir beyaza
Bir büyük seçer, bir küçüğü sonra,
Güzelce dizilir boncuklar, oluşur halka.
Simgeler oyununda üzerine yoktu bir zaman, 
Pek çok sanatta, pek çok dilde usta,
Çok yer gezip görmüş, bilip tanımış dünyayı,
Ünlü bir kişi, kutuplara kadar duyulmuş adı,
Öğrencilerle, meslektaşlarla çevresi sarılı.
Kalmış geride, harcanmış, yalnız, yaşlı,
Ne kendisinden feyz alacak bir öğrenci vardır şimdi
Ne bir üstat söyleşilere davet eder kendisini;
Geçmişe karışmış hepsi, tapınaklar, kitaplıklar,
Yok artık Kastalya'nın okulları...Dinlenir ihtiyar
Yıkıntılar içinde, elde boncuklar,
Anlam yüklü hiyeroglifleri bir dönemin
Bundan böyle renk renk cam parçaları.
Yuvarlanır ellerinden sessiz, 
Yitip gider kumlar içinde...

Üniversite bahçesinde kitabımı okurken...





24 Aralık 2012 Pazartesi

J.R.R. Tolkien - Hobbit


Hobbit

J.R.R. Tolkien

İthaki Yayınları

2007, İstanbul

ISBN: 9752733732

426 Sayfa

Çeviri: Gamze Sarı 






Yüzüklerin Efendisi baş ucu kitabım zaten, hal böyle olunca Tolkien'nın tüm kitapları benim için çok değerli ve önemli. Filminin gösterimi yaklaşırken 2. kez okuduğum kitap beni yeniden Orta Dünya'ya götürdü. Her ay üçlemeyi yeniden izlediğimi ve yılda bir kez de kitabını okuduğumu duyan herkes çok şaşırıyor. Çok sevdiğim ve Orta Dünya'dan çıkmak istemediğim için bu yaptıklarım ritüel gibi. 

Hobbit (maalesef bazı insanlar çok yanlış biliyorlar devamı diyorlar şok oluyorum) yüzüğün bulunuşunu ve Bilbo Baggins'in Cüceler ile çıktığı macerayı anlatıyor. Sakin evinde (benim gibi) oturmayı seven Bilbo'nun kapısını çalan Gandalf kendi değişi ile Bilbo'yu bir macereya çıkması için biraz dürdükler. Bilbo'nun hiç de niyeti yoktur. Cüceler akşam yemeğine gelip evi talan edince hepten çileden çıkar Bilbo. Cüceler yıllar önce bir Ejderha tarafından sürüldükleri memleketlerine gitmek ve oradaki hazinelerini  yeniden ele geçirmek niyetindedirler. Ama Gandalf ne yapar eder sonunda Bilbo'yu ikna eder. Bilbo bir mendil bile alamadan kafileye katılır. Önce Troller, sonra Orklar ile karşılaşırlar. O sırada Bilbo yüzüğü bulur... Her şeyin akışının değiştirecek o tek güç yüzüğünü....

Pek çok maceradan ve Bilbo'nun kendini de şaşırtan maharetlerinden sonra Cücelerin eski yurtları Yalnız Dağ görünür. 

Okumadıysanız mutlaka okuyun. Şahane filmi ile ilgili yazım burada

26 Kasım 2012 Pazartesi

Stefan Zweig - Amok Koşucusu


Amok Koşucusu (Der Amokläufer)

Stefan Zweig

Can Yayınları

2004, İstanbul

ISBN: 975-510-145-4

189 Sayfa

Çeviri: İlknur Özdemir




Satranç ile gönlüme taht kurmuş olan Stefan Zweig Amok Koşucusu ile beni yeniden büyüledi. Kitapta başta Amok Koşucusu olmak üzere bütün öyküler sarsıcı. Elbette Amok Koşucusu bir başka ama diğer öyküler de muhteşem. Özellikle Madalya ve Leman Gölü Kıyısındaki Olay uzun süre düşündürdü beni. Kitaptaki öyküler:

  • Bir Çöküşün Öyküsü 
  • Madalya
  • Bazginlik
  • Amok Koşucusu
  • Ay Işığı Sokağı
  • Leporella 
  • Leman Gölü Kıyısındaki Olay
Amok Koşucusu Malezya ve Hindistan'da görülen bir tür çıldırma durumu. Zweig'ın kendinin de ölüm şekli olarak seçtiği intihar öykülerinde de kendini belli ediyor. İlk karısı ile intihar etmekten vazgeçen Zweig daha sonra ikinci karısıyla birlikte Hitler rejiminin kalıcı olduğunu sanmasıyla 22 Şubat 1942 yılında Rio De Janeiro'da intihar etti. O kadar başarılı bir yazar ki; okurken öykünün içine giriyorsunuz ve çıkmak, gerçek dünyaya dönmek epey bir süre alıyor. Bu öykü başta olmak üzere tüm öyküleriyle mutlaka okunmalı. Hatta defalarca okunmalı. Bu kadar muhteşem eserleri yorumlamak ne kadar zor... 

27 Haziran 2012 Çarşamba

Thomas Mann - Venedik'te Ölüm

Venedikte Ölüm (Der Todd in Venedig)


Thomas Mann


Can Yayınları


2011, İstanbul


ISBN: 978-975-070716-2


103 Sayfa


Çeviri: Behçet Necatigil





Derin bir takım nedenlerden dolayı denizi seviyordu: Bu sevgi çok çalışmış, dünyanın soluk aldırmayan çeşitliliği karşısında basitin, genişin koynuna sığınmayı özlemiş sanatçının sessizlik gereksinmesinden doğuyor, parçalanmamışa, ölçüsüze, ebediye, hiçliğe karşı duyduğu o yasak, görevlerine tamamen aykırı, işte asıl bunun ayartıcı eğiliminden ileri geliyor. Kusursuz uğruna didinen, mükemmelde dinlenmeye can atar; hiçlikse mükemmelin bir biçimi değil midir? 


1912 yılında yayınlanan Venedik'te Ölüm aslında Goethe hakkında bir öykü olarak tasarlanmıştı. Eserin konusu Goethe'nin ileri yaşlarında yaşadığı bir aşk olacaktı, ancak konu değişik bir gelişme gösterdi ve öykü, Goethe model alınarak yaratılan Gustav von Aschenbach karakteri üzerinden sanatçının yaratma sorunun irdeler ve öykü aşk-ölüm temasına işler. 

Thomas Mann'ı yıllar önce Büyülü Dağ ile sevmiştim. Sevgili Özgür'ün de yazısında belirttiği gibi uzun ve dingin bir yolculuk idi Büyülü Dağ. Ama sonunda zirve çıktığınızda bu uzun yola değdiğini anladığınız bir romandı. Venedik'te Ölüm biraz bu yüzden değişik geldi bana. Yaratma sıkıntısı çeken yazarın kendini güzele teslim etmesi konu itibariyle oldukça ilgi çekici ve mitolojik göndermeler ile benim için büyük bir keyif olsa da pedofili duygulardan rahatsız olmadım desem yalan olur. 

Kitabı okumadan önce iyi bir mitolojik bilgisinin olması elzem sanırım ki Sevgili Özgür de buna değinmiş. Aslında çeviriye dip notlar eklenerek bu eksik giderilebilinir. Zira bazı benzetmeler örneğin Zeus - Semele benzetmesi oldukça havada kalıyor. Semele'nin neden yanıp kavrulduğu kısaca dip not olarak verilebilirdi. Dediğim gibi öykü bir mitoloji sözlüğü ile okununca keyifli olabilir. Bu açıdan ben sevdim metni. 

Bir diğer çıkardığım anlam ise; Aschenbach'ın insanların mı kusursuz güzellikleri yarattığının (Yunan Klasik Dönem heykelleri) yoksa tanrının mı kusursuz güzelliği yarattığının sorgulaması (Öyküdeki genç karakter Tadzio). 

Konuya biraz daha değinirsem; Dinlenmek için Venedik'e giden ünlü yazar Aschenbach genç Polonyalı Tadzio'nun Yunan tanrıları ile yarışan güzelliğinden çok etkilenir. Bundan önce kurtulmak ister ve şehir terk etmek üzere yola çıkar. Yolda hata yaptığını fark eder ancak geri dönmekte tereddüt eder ancak ufak bir karışıklık ona otele geri dönme fırsatı tanır. Otele döndüğü zaman kendini akışa bırakır ta ki kentte salgın hastalık ortaya çıkana kadar. Hastalıktan kaçmak yerine kendini ölümün kollarına teslim eder. 

Öykünün Visconti tarafından çekilmiş bir de film uyarlaması mevcut. 

1 Mart 2012 Perşembe

Laura Esquivel - Acı Çikolata

Acı Çikolata (Como agua para chocolate)

Laura Esquivel

Can Yayınları 

2011, İstanbul

ISBN: 978-975-510-59-09-3

221 Sayfa

Çeviri: Mükerrem Akdeniz




İçinde yemek tarifleri, aşk öyküleri ve kocakarı ilaçları bulunan bir roman


Beni anımsayan var mı acaba? Uzun süre olmuş yazmayalı daha doğrusu okumayalı. Bir sürü bahane sayıp dökebilirim. Ama şimdi canınızı sıkmak istemiyorum. Benim canım zaten ÜDS çalışmaya çalışarak yeterince sıkılıyor.

Niye bu kadar uzun sürdü kitap mı sıkıcı demeyin? Kitap şahane zira Ölmeden Önce Okunması Gereken 1001 kitaptan biri, bu tabii onu mükemmel yapmaya yetiyor. Kitap çok başka çok farklı biraz Yüzyıllık Yalnızlık tadı aldım ben okurken. Kitap 12 bölüme ayrılmış ve her biri bir ay ve yemek ismini taşıyor. Okurken acıkabilirsiniz zira içinde birbirinden değişik ve ilginç yemek tarifleri var.

Yemekler: Noel tortaları, Düğün Pastası, Gül yapraklı bıldırcın, Bademli susamlı hindi, Kuzey sucuğu, Kibrit eczası, Sığır kuyruğu suyuna çorba, Champandongo, Çikolata ve Kral tacı, Torrejas de natas, Tezcucana usülü biberli kırmızı fasulye ve Ceviz soslu biber dolması.


Öykümüzü kahramanı Tita aşık olduğu Pedro ile evlenmek istemektedir. Ancak Tita evin en küçük kızı olduğu için aile geleneğine göre ölene kadar annesine bakmakla yükümlüdür. Fena halde sert ve acımasız olan anne Mama Elena, Pedro Tita'yı istediğinde bu isteği kesinlikle redder. Tita yerine Tita'nın ablasıyla evlenmesini önerir. Pedro sırf Tita'ya yakın olmak için bunu kabul eder. Aralarındaki tutkuya dizgin vuramazlar. Tita görevi olan yemek pişirmeye devam ederken derin tutkularını yemeğe katar.


Derin, inişli çıkışlı bir aşk öyküsü ile yemek tariflerinin harmanlandığı arada kocakarı ilaçlarının, pratik bilgilerin serpiştirildiği adı Acı Çikolata olsa da tatlı bir roman. Finali de ağzınızda hoş bir tad bıracak.



23 Mayıs 2011 Pazartesi

Bohumil Hrabal - Sıkı Kontrol Edilen Trenler


Sıkı Kontrol Edilen Trenler

Bohumil Hrabal

Everest Yayınları

İstanbul, 2007

ISBN: 978-975-289-402-0

90 Sayfa

Çeviri: Zeyyat Selimoğlu




"Bizim istasyon şefi bay Hubiçka kadınları öteden beri iki kısma ayırırdı. Belinden aşağısı hürmetli olanlara, kontes gibi olanlara yani, popozella der, belinden yukarıya doğru göğüsleri hürmetli olanlara da memezilla adının verirdi."


İkinci dünya savaşında SS'lerin cirit attığı bir istasyonda böyle keyifli ve ironik bir öykü Sıkı Kontrol Edilen Trenler. Yazarı Bohumil Hrabal biraz gölgede kalmış olsa da en büyük hayranı Milan Kundera onu yere göğe sığdıramaz. Bunu sık sık dile getirir. Kundera'ya göre Hrabal'ın en önemli özelliği öykülerindeki neşedir.  Hayatın en çetrefilli yanlarını anlatırken bile neşeli anlatımını bırakmaz. Hrabal'ın Kundera kadar ünlü olamamasının en önemli nedeni ülkesini terk etmemesidir. Hrabal 1914 yılında doğdu. Hukuk eğitimi gördü ve 1940'ların sonuna kadar Prag'da yaşadı. 1950'lerde bir dökümhanede vasıfsız işçi olarak çalıştı. Bu sıralarda yazdığı gerçeküstü öykülerinde bu dökümhanenin ilham kaynağı olduğu söylenir. Çek edebiyatının özelllikle savaş sonrası en büyük yazarı olduğu kabul edilir. Hrabal 1997 yılında ortopedik bir rahatsızlıktan dolayı yattığı hastanenin penceresinden düşerek hayatını kaybeder. İntihar, kitaplarında işlediği bir konu olduğu için yazarın ilk olarak intihar ettiği düşünülür ancak güvercinlere yem verirken dengesini kaybederek düştüğü anlaşılır.

Öykümüz ise çok naif bir tespit ile başlıyor. Kahramanımız Miloş "Şu kırkbeş yılında, Almanlar bizim kent üzerindeki hava hakimiyetini elden kaçırdılar artık." diyerek başlıyor öyküsünü anlatmaya. Miloş istasyonda çalışır, öykünün diğer kahramanları ise güvercinlere düşkün müfettiş olma hayali kuran Müdür Bey ve İstasyon şefi Bay Hubiçka'dır. Bu Bay Hubiçka'nın çapkınlıkları dilllere destandır ve sürekli gündemdedir. Özellikle telgrafçı kız ile yaşadıkları hiç de unutulacak cinsden değildir. Miloş istasyonda gündelik hayatı anlatırken, diğer yandan da kendisi ile ilgili sorunları aralarda anlatmaktan kaçınmaz. Sevgilisiyle yaşadıkları ve aklının karmaşıklığına da tanık oluruz. Benim en hoşuma giden satırlar Miloş'un ailesini anlatığı ilk paragraflar oldu. Çeviri de Zeyyat Selimoğlu'na ait olunca çok keyifli bir okuma deneyimi oldu.  

Sıkı Kontrol Edilen Trenler'in bir de başarılı filmi var. Jiri Menzel tarafından çekilen film, 1967 yılında "En İyi Yabancı Film" Oscar'ını kazanır. Çek Edebiyatının en önemli ismi kabul edilen Hrabal'ın savaşı ironisi yapan bu öyküsünü okumanızı tavsiye ederim.  

10 Şubat 2011 Perşembe

Rabelais - Gargantua

Gargantua

Rabelais

Türkiye İş Bankası Yayınları

2009, İstanbul

ISBN: 978-975-458-715-9

254 Sayfa

Çeviri: Sabahattin Eyüboğlu- Azra Erhat - Vedat Günyol





bu kitabı okuyan okur dostlar

atın içinizden her türlü kuşkuyu

okurken de irkilmeyin sakın

ne kötülük var içinde ne muzurluk

doğrusu güldürmekten başka da

bir hüner bulamayacaksınız pek

başka yola gidemiyor gönlüm

sizleri dertler içinde görürken

gülen kitap yeğdir ağlayan kitaptan

gülmektir çünkü insanı insan eden


Böyle başlıyor Gargantua. Güldürüyorda bizi dev Gargantua'nın hayat hikayesini okurken. Edepsizlikle ironiyi bir güzel harmanlayıp devrin yöneticilerini, din adamlarını bir güzel boyuyor.

Bu güzel dev masalında ayrıntılarla benzenmiş gerçek bir dünya ile gerçek üstü dünyanın en uç noktaları ahenkle dans ediyor. Açık saçık şakalar, taşlamalar, zıtlıkların birleşmesi yada çatışması, herşey var. Bu yüzden Gargantua roman mı, güldürü mü, taşlama mı, destan mı, kimse bir tür belirleyemiyor. Kendine özgü bir yazın türü olarak dünya edebiyatının baş köşesinde tek başına duruyor ve bu sebebten "Ölmeden Önce Okunması Gereken 1001 Kitap" ve "Tüm Zamanların En İyi 100 Kitabı" listelerinde yer alıyor.

Benim en çok 33. bölüm hoşuma gitti. Bazı komutanların, Picrochole'ye dünyayı nasıl kolayca fethedeceklerini anlattıkları bölüm. Özellikle sonunda gerçekleşen Testemkin ile Picrochole'nin diyalogları tekrar tekrar okunmaya değer.  

Rabelais 1494 (tam net olmamakla birlikte) doğdu. Hümanizmanın iki büyük ismi Montaigne'den kırk yıl sonra, Erasmus'tan otuz yıl önce dünyaya gelen Rabelais din eğitimi alarak Klasik Yunanca öğrendi. Daha sonra tıp eğitimi aldı. Doktor oldu. Ancak o zamanlar doktorluk günümüzdeki tanımını karşılamaz. XVI. yüzyılda daha çok filolojik bir meslektir, dil bilgisine dayanır, ilkçağ hekimlerinin yazdıklarını okuyup çevirmekle, kitap halinde anladıklarını ve çevirdiklerini yayınlamaktır temel görevi. Rabelais'in Yunanca ve Latince bilgisi sağlam olduğu için rahatlıkla bu işin üstesinden gelir. 1532'de Pantagruel, 1534'te Gargantua'yı yayınlar. Kitaplar çıkar çıkmaz yasaklanır. 1553 yılında ölür.



Kitaptaki illüstrasyonlarda birbirinden güzel ve Gustave Dore'ye ait.

Gelelim bu dev masalını çeviren dev kadroya. Sabahattin Eyüboğlu, Vedat Günyol'un değerlerini söylemeye gerek yok. Azra Erhat ise kendisi dev işler başaran, Yunan edebiyatının en zor metinlerinden Homeros'u Türkçeye kazandıran ve şahane bir Mitoloji Sözlüğü yazan küçük dev insan. Rahmetle anıyorum üçünü de.

Okunmalı mı? Söylemeye gerek var mı?

15 Aralık 2010 Çarşamba

Jose Saramago - Lizbon Kuşatmasının Tarihi

Lizbon Kuşatmasının Tarihi (Historia do cerco de Lisboa)

Jose Saramago

İş Bankası Yayınları

2004 İstanbul

ISBN: 975-458-540-7

379 Sayfa

Çeviri: İpek Babacan 





Uzun zamandır okumak istediğim bir kitaptı Lizbon Kuşatmasının Tarihi. Ama ben mi yanlış zamanda okudum yoksa kitapta mı bir problem vardı anlayamadım. Sevmedim, ısınamadım, zorlandım. Hele ilk 83 sayfa bir asır okumuşum gibi geldi. Sonra yazarın üslubuna mı alıştım yoksa kitap mı değişti bilemiyorum biraz daha okunası bir roman haline geldi. Çeviri de bir problem yok, yazarın üslubu böyle. Biraz Orhan Pamuk’u hatırlatan bir üslup. Uzun cümleler, kimin olduğu anlaşılmayan, sadece virgül ile ayrılmış diyaloglar… Dediğim gibi çok istiyordum ve bulmak için de biraz uğraşmıştım. Ama hiç keyif vermedi. Hatta bir ara bırakmayı bile düşündüm ama kitap bırakmayı sevmediğim için devam ettim. Editör ile yakınlaşmasının başladığı son bölümler nispeten daha iyiydi.

Kitabımızın konusuna gelirsek; Bir yayınevinde düzeltmen olarak çalışan Raimundo Silva, üzerinde çalıştığı Lizbon Kuşatmasının Tarihi kitabında cümledeki bir fiile olumsuzluk takısı ekleyerek 1147 yılında yaşanan kuşatmanın gidişatını altüst eder. İsteyerek yaptığı bu yanlışlığı kitabı yayınevine teslim ederken bile değiştirmez. Bu hata anlaşılıp düzeltilir. Düzeltmen işten çıkarılacağını düşünürken yeni göreve başlayan editör Maria Sara ona kurmaca bir tarih kitabı yazmasını önerir. Böylece düzeltmenin hayatı ile yazdığı tarihi romanın iç içe geçen öyküsü başlar. Bir süre sonra da Silva ve editör arasında bir ilişki başlar.

Sevgili Türker’in bu kitabı okuyacağını biliyorum. Yazıyı yayınlamadan önce ona mail yazarak, yazımı romanın tadının kaçmaması için okumamasını önerdim. O da kitabı bitirene kadar yazımı okumama söz verdi. Umarım Türker sever kitabı, onun yorumlarını merakla bekliyorum.

Okumayı düşünüp bu yazıyı okuyanlar için şunu söyleyebilirim; böyle bir üslup sizi sıkmayacaksa okuyun, ama sıkacağını tahmin ediyorsanız, elinizde başka kitaplar varsa onlara yönelin. Benim için keyifsiz bir okuma oldu ama, yine de çok istediğim bir kitabı daha okumuş olduğum için mutlu oldum. 

23 Kasım 2010 Salı

Llosa Haftası Kitapları: Masalcı, Kent ve Köpekler, Yüzbaşı ve Kadınlar Taburu


Masalcı (El Hablador)

Mario Vargas Llosa

Can Yayınları

2005 İstanbul

ISBN: 975-510-675-8

234 Sayfa

Çeviri: Celal Üster





Llosa haftasına; yazarın 1996 yılında yazmış olduğu "Masalcı" ile başladım. Beni ilk çeken kitabın adı oldu. İlk satır ile birlikte merakınız uyanıyor ve tüm kitap boyunca devam ediyor. Kurgu gayet başarılı. Kitapta asıl hoşuma giden mitolojik öğelerin olmasıydı belki de. Daha önceki eserlerinde Llosa gayet realist bir yazar olarak anılırken, "Masalcı" ile mitolojik öğelerle bezeli bir öykü anlatıyor. Belki, bu tespiti yapanları hayal kırıklığına uğratmış olabilir. Ancak mitos olarak zengin bir coğrafyanın yazarı olan Llosa'nın bu konuda yazmaması beni üzerdi.

Yüzünde ürküten bir doğum lekesi ile dünyaya gelen Perulu bir Yahudi olan Saul Zuratas'ın değişiminin öyküsü olan "Masalcı" farklı bir kıtada, Floransa'da başlıyor. Saul'un kadim dostu Perulu bir aydın, bir sanat galerisindeki "Amazon Ormanı Yerlileri Sergisi"ni gezerken bir fotoğrafa takılıp kalır. Uzun yıllar önce duyduğu, yerlilerin "Hablador" dedikleri Masalcı'nın resmini gördüğünde hafif bir şok geçirir. Önce, resmin çekilmesine yerlilerin nasıl izin verdiğini düşünür, ardından da resimdeki adamı tanıdığını fark eder.

Arka kapakta Saul Zunaras'ı, Prens Mişkin'e ve Kafka karakterlerine benzediği belirtilmiş. Prens Mişkin'e benzemesine bir dereceye kadar katılıyorum, ancak Kafka karakterlerine ben en azından benzetemedim.
En sevdiğim Llosa kitabı "Masalcı" oldu. Nedeni belki sadece kişisel zevkimden kaynaklanıyordur. Yerlilere, Güney Amerika'ya, mitoslara ilginiz varsa mutlaka okumalısınız.

"Dedi ki:" Eğer dingin yaşar, sabrını yitirmezsen, düşünecek ve anımsayacak zamanın olur. Böylece yazgınla buluşursun belki de. Belki de mutlu yaşarsın. Öğrendiklerini unutmazsın. Sabrını taşırır, zamanı alt etmeye kalkarsan, dünyanın düzeni bozulur. Ruhun örümcek ağına yakalanır. Kargaşadır bu. Olabilecek en kötü şey. Hem bu dünyada, hem de yürüyen adamın ruhunda..."


Kent ve Köpekler (La Ciudad y los Perros)

Mario Vargas Llosa

Can Yayınları

1984 İstanbul

444 Sayfa

Çeviri: Roza Hakmen






Yazarın ilk yazdığı kitap olan "Kent ve Köpekler", haftanın 2. kitabıydı. İlk yazdığı kitap olmasına rağmen tüm dünyada büyük ilgi gören ve pek çok dile çevrilen "Kent ve Köpekler" aynı zamanda yazarın otobiyografik sayılan bir kitabı. Yazar askeri okulda geçirdiği iki zorlu yılın deneyimlerini bu kitaba aktarmış. Kitaba adını veren kent Peru'nun başkenti Lima, Köpekler ise askeri kolejin öğrencileridir.

En çok bilinen ve en çok okunması tavsiye edilen kitap olduğu için özellikle bu kitabı bulmak için çaba sarf etmiştim. Oldukça maskulen deneyimlerin anlatıldığı kitap - çömezlere yapılan eziyetler, kavgalar, cinsellik, erkekliğe geçiş gibi, - bana göre değildi. Sanırım erkek okurlar daha fazla severler. (Sevgili Özgür şu an yazısını yazmış bulunmakta ama etkilenmemek adına henüz okumadım o nasıl buldu merak içindeyim :) )

Anlatım biraz karışık, diyaloglar iç içe ve takip etmek biraz zor. Özellikle şiddet içeren sayfaları okumakta zorlandım. Belki de bu beni biraz kitaba karşı mesafeli durmama neden olmuş olabilir. Ancak yine de bu kitabı okumasam Llosa külliyatı eksik kalırdı. Ben çok sevmedim ancak dediğim gibi Llosa'nın yazarlığında önemli bir eser. Kararı size bırakıyorum.





Yüzbaşı ve Kadınlar Taburu (Pantaleon y las Visitadoras)

Mario Vargas Llosa

Ayrıntı Yayınları

1988 İstanbul

247 Sayfa

Çeviri: Sargut Şölçün




Okuduğum en son, en ironik ve eğlenceli kitap "Yüzbaşı ve Kadınlar Taburu" oldu. Nasıl eğlenceli olmasın, dünyada en farklı iki kurumu bir araya getirip, bir de görev aşkı ile bezenmiş bir yüzbaşı karakteri yaratırsanız olur. İnce militarizm eleştirisiyle birlikte sağlam mesajı da olan bir kitap. Ancak "Kent ve Köpekler" gibi biraz kurgu karışık, diyaloglar kime ait bir nebze karışabiliyor. Ancak ufak bir gayret ve dikkat ile çok güzel bir kitap okumuş oluyorsunuz. Finali elbette biraz dramatik.

Sınırda görev yapan askerlerin sıcak iklim nedeniyle kabaran libidoları ile kasabanın namuslu kadınlarına, kızlarına tecavüz etmeleri üzerine artan şikayetlerle birlikte, Generaller radikal bir çözüm bulurlar: Orduya bağlı bir genelev kurulması. Bulanabilecek en görevine sadık adamı bulurlar - Yüzbaşı o kadar görev adamıdır ki askerlerin yemeklerinden sorumlu olduğu görevde; yemek kitapları okumuş, yeni tarifler denemiştir; üniformalardan sorumlu olduğu bir diğer görevde terziliğe merak salmış, moda dergileri okumuştur. Tam anlamıyla işin içine giren bir kişiliği vardır-. Bu kadar işine sarılan bir yüzbaşı ile genelevde çalışacak kadınlar arasında yaşanacak ilişki haliyle kaçınılmaz olur. Generaller bu görevin çok gizli yürütülmesini isterler, ailesine bile anlatması yasaktır. Üniforma giymeden görevini yerine getiren yüzbaşı, geceleri geç ve içkili bir halde gelmeye başlayınca karısının tüm kuşkularını üzerine çeker.

Maalesef kitabın yeni baskısı yok Ayrıntı Yayınlarının ilk bastığı kitaplardan olan bu kitabın bir an önce yeni baskısı yapılmalı. Kesinlikle okunması gerekli. Ben severek okudum.


Genel olarak Llosa'yı sevdim ve okuduklarımdan sonra Nobel Ödülünü almasına şaşırmadım. Okumaya devam edeceğim, en merak ettiğim diğer eserleri ; Yeşil Ev ve Sevgili Özgür'ün okuduğu Teke Şenliği. Umarım en kısa zamanda onları da okur, Llosa'yı daha da yakından tanırım. Kısaca okumadıysanız Llosa okumalısız.

Özgür'ün Llosa yazıları burada.

14 Kasım 2010 Pazar

Heinrich Böll - Katharina Blum'un Çiğnenen Onuru

Katharina Blum'un Çiğnenen Onuru (Die Verlorene Ehre Der Katharina Blum)

Heinrich Böll

Can Yayınları

1998 İstanbul

ISBN: ISBN: 975-510-919-6

126 Sayfa

Çeviri: Ahmet Cemal


Kitabı ilk defa Sevgili Özgür'ün blogunda görmüş ve çok ilgimi çekmişti. Hemen okuma sözümü verip kitabı ilk fırsatta almıştım. Kafamda yazacaklarımı tartarken aklıma 90'lı yılların haberleri geldi. Hani şu Reha Muhtar'lı haberler dönemi. Nereden başladıysa o yıllarda özel kanalların ana haber bültenleri, haberden başka her şeyden bahsederdi. Çay bardağı yiyen, ağzı ile kamyon çeken adamlardan tutunda tarikat mağduru genç kızlara kadar. 2 dakikalık şöhretlerin miladı. O yıllarda haber izlemekten nefret etmiştim. Bu formatın bir sonucu mudur bilmem ardı ardına kaliteli haber kanalları yayına geçti de 2000'li yıllarla birlikte özel kanallar da artık bu işe bir son verdi. Hatta RTÜK uyardı yanlış hatırlamıyorsam. Şimdi neden bunlardan bahsettim. İletişimci kesildim birden. Kadın değil ama maalesef medya adamı rezil de eder vezir de. Gerçi sağolsunlar bizi düşünmek ve yargılamak gibi zor ve meşakkatli işlerden muaf tutuyorlar. Onlar bizim adımıza kim iyi kim kötü, haklı - haksız ayrımını yapıyorlar. İşte tam da Heinrich Böll kitabında bunu anlatıyor. Gerçi kitapda sadece bir gazetenin nelere kadir olduğu anlatılsa da günümüzde tüm medya organları Böll'ü haklı çıkarırcasına davranıyor.
Kendi halinde gayet muntazam bir hayatı olan Katharina Blum'un hayatı bir gecede değişiveriyor. Hem ne değişmek. Gazetenin eş, dost, akraba ile yaptığı röportajlar ve yalan yanlış haberleriyle genç kadın bir anda sokağa bile çıkamaz hale geliyor. Nedeni ise bir kanun kaçağı ile bir gece geçirmesi. Tüm hakaret, suçlama ve tacizlere başta gayet sağlam dursa da soruşturması sırasında "Gazete"nin yaptığı haberleri okuyunca cezasını kendi eliyle infaz ediyor. Bu haberleri yapan gazeteciyi röportaj verme sözü ile evine davet ediyor ve öldürüyor.
Konu belki başlangıçta yakın olduğumuz bir konu. Ancak gidişat ve son şok edici. Üslup ise çok sade. Okumak keyif veriyor. Böll'ün Nobel Ödülünü aldıktan sonra yazdığı kitabı hala güncel olanı gözler önüne seriyor.
Kitap, Beyaz Geceler gibi Ankara Tiyatrosu tarafından sahnelenmiş. İzlemek de muhteşem olurdu. Sözün özü; mutlaka okuyun.

6 Kasım 2010 Cumartesi

Virginia Woolf - Jacob'un Odası


Jacob'un Odası (Jabob's Room)

Virginia Woolf

İletişim Yayınları

2010, İstanbul

ISBN - 13: 978-975-470-881-3

216 Sayfa

Çeviri: Fatih Özgüven



Virginia Woolf ayım biraz gecikmeli olsa da bitti. Son kitabım sevgili Biblio'nun tavsiyesi üzere listeme aldığım Jacob'un Odası'ydı. İyi ki bu kitabını da okudum Woolf'un, yoksa epey bir kısım eksik kalacaktı. Puzzle'ın en büyük parçası Jacob'un Odasında gizliymiş. Planımın kasım ayına sarkmasının nedeni itiraf etmek gerekirse Woolf'un zor okunan bir yazar olması. Ama bu özellik onu okunamaz yapmıyor. Edebiyat tarihinin en özgün yazarlarından biri olan Woolf'u bu sene okumayı başardığım için önce kendimi tebrik etmek istiyorum. Bu sene epey bir sözümü tuttum. Arkadaşlarıma verdiğim sözlerimi de tutuyorum zira Jacob'un Odası'nın hemen arkasından Sevgili Biblio ile konuştuğumuz "Beyaz Geceler"e başladım. "Beyaz Geceler"in hemen arkasından da Sevgili Oklap'a daha önce verdiğim sözümü tutup Heinrich Böll'ün "Katharina Blum'un Çiğnenen Onuru"nu okuyacağım. 
Kitabı dün bitirdim. 5 Kasım V For Vendetta izleyenler için özel bir gündür. İzlemediyseniz mutlaka izleyin. Guy Fawkes, İngiliz tarihinin en büyük vatan haini olarak kabul edilir. Fawkes, Westminister Sarayı’ndaki İngiliz Parlamento Binasını, aristokrasi zirvesi olan 5 Kasım 1605 günü havaya uçurmaya karar verdi. Komploculardan birinin saray çevresinden bir tanıdığına, saraydan uzak durmasını tavsiye eden bir mektup göndermesi sonucu komplo ortaya çıkınca; Fawkes, 5 Kasım gece yarısı parlamento mahzenlerinde bol miktarda barut fıçısıyla yakalandı ve idam edildi. Hala İngiltere'de 5 Kasım günü komplonun başarısız olması nedeniyle büyük gösterilerle kutlanır. Kitapda da (sayfa 77) Jacob, 5 Kasımı kutlayanları görür ve o an çok mutlu olduğunu hisseder.  Kitabı bitirdiğim gün ile kitapta bu olayın anılması çok hoş bir tesadüf oldu.
Guy Fawkes ve komplocular

Kitabın en hoş bölümü Jacob'un Yunanistan yolculuğunun anlatıldığı bölümler. Kitap boyunca sevdiğim yazarların Ksenephon, Euripides, Aeskylos, Sofokles ve Vergilius'un eşlik etmesi de ayrı bir tad oldu.  Vergilius'tan sevdiğim bir alıntı:
Libertas, quae sera tamen respexit inertem, candidior postquam tondenti barba cadebat, respexit tamen et longo post tempore venit. (Vergilius, Bucolica, 30)
Özgürlük güldü sonunda benim gibi tembele, çoğalmaya başlayınca sakalımdaki aklar. Geç kaldı ya neyse, yine de güldü yüzümüze.
Virginia Woolf, bu kitabında da İstanbul'dan bahsetmekte.

Gelelim Jacob'a  - Yazının bu bölümü kitabın sonu ile ilgili bilgi içermektedir- Ben her ne kadar uyarı koysamda zaten kitabı okumak için elinize aldığınızda arka kapağı okuduğunuz an Jacob'un öleceğini öğreniyorsunuz. Bu duygu ile okumaya başladığınız için, içinize kocaman bir hüzün yerleşiyor. İlk sayfalarda çocukluğunu okuduğunuz bu gencin hayatına şahit olurken ölümüne nasıl adım adım yaklaştığını biliyorsunuz ama elinizden bir şey gelmiyor. Tıpkı gerçek hayatta olduğu gibi. Öleceğimizi bile bile aşık oluyoruz, mutlu oluyoruz, deliler gibi eğleniyoruz, kahkahalarla gülüyoruz. Ama bu bizimde bir gün apansız öleceğimiz gerçeğini değiştirmiyor. Bu kitabı okurken bir tanıdığım, 5 yaşındaki kızını kaybetti. O acı da bu kitaba eşlik etti durdu bir hafta boyunca. Sanırım Jacob'un Odası denilince tıpkı Biblio'nun daha önce bahsettiği gibi benim de içim hüzün dolacak. Ancak belirtmeliyim ki bu benim yaşadığım özel olaydan dolayı değil. Kitabın kendisi bahsettiğim gibi hüzünlü. Virginia Woolf, Yunanistan'da tifoya kapılıp ölen kardeşi Thoby'nin anısı için yazmıştır. Geriye kardeşinden boş bir oda kaldığı için bu adı uygun gördüğünü söylüyor Mina Urgan. Genç yaşta ölen kardeşi için yazdığı için doğal olarak hüzün var. Hele yaklaşık iki sayfa olan son bölümü akıllara kazınıyor.
Jacob'un Odası, Virginia Woolf'un ilk deneysel romanıdır. Belli bir olay örgüsü olmadığı gibi zaman ve mekanda belirsizdir. Daha çok sinematografik bir özelliği vardır. Mekandan mekana; zamandan zamanda keskin geçişleri olan bu kitabını, Virginia Woolf roman olarak tanımlamaz. "New Roman" der. "Yaşamın tüm karmaşıklığını verdiğini" söyler. Baş kişi Jacob hakkında ise detaylı bilgi verilmez. Nasıl bir insan olduğunu anlayamayız. Bilinç akışı yöntemini kullanmadığı için Jacob'un düşüncelerini de bilmeyiz. Bu özellikleriyle zor okunan bir roman. Ama güzel bir roman. Ben dün itibariyle Jacob'un odasının kapısını kapattım ancak bir süre sonra o odaya geri döneceğimi biliyorum. 

29 Ekim 2010 Cuma

Virginia Woolf - Orlando


Orlando

Virginia Woolf

İletişim Yayınları

2010 İstanbul

ISBN: 978-975-470-827-1

244 Sayfa

Çeviri: Seniha Akar




Orlando, edebiyat tarihinin en özgün ve en ilginç öykülerinden biri bana göre. Ağır ve kasvetli iki romanın ardından Orlando bana o kadar eğlenceli geldi ki... Virginia Woolf'un kanımca en rahat okunan kitabı. Bazı yazarlara göre fantastik olarak nitelendirilen Orlando bence fantastik öğeler barındırmakla birlikte yine de Virginia Woolf'un elinden çıktığı gayet net olan çok özgün bi eser.
Orlando -Yaşam Öyküsü- adı ile 1928 yılında yayınlanan kitap, Mina Urgan'ın belirttiğine göre üç ağır kitabın - Jacop'un Odası, Mrs. Dalloway, Deniz Feneri- ardından biraz dinlenmek ve eğlenmek amacıyla yazılmıştır. Virginia Woolf günlüklerinde "Eğlence istiyorum, fantezi istiyorum" diye yazmıştır.
Kitapda yaşam öyküsü anlatılan kişinin iki temel fantastik öğesi vardır. İlki 300 yılı aşkın bir yaşam süresi - ki kitap yayınlandığında Woolf hala yaşadığını belirtir- ikincisi ise kitabın ilk yarısında erkek olan Orlando'nun kitabın ikinci yarısında uzun bir uykudan sonra kadına dönüşmesidir. Bütün bunlara ilave olarak maceralı bir hayat yaşar. Kraliçe Elizabeth'in gözüne girer, Rus bir Prenses ile aşk yaşar, İstanbul'a elçi olarak gelir ve burada evlenir, Sonra bir süre Bursa'da yaşar v.s... Orlando'nun İstanbul günlerini okurken "Puslu Kıtalar Atlası" tadı aldım. Virginia Woolf'un okuduğum üç kitabında da bir İstanbul bahsi geçiyor. Virginia Woolf'un iki kez İstanbul'a geldiği bilinmektedir. Hatta ikinci gelişinde Bursa'da gitme fırsatı bulmuştur. Orlando da İstanbul günlerini daha sonraları mutlulukla anımsar.
Virginia Woolf kitabını aşık olduğu Vita Sackville - West'e ithaf etmiştir. Orlando'nun cinsiyet değişiminin nedeni budur. Virginia Woolf'a göre Vita Sackville - West erkekliği ve kadınlığı birleştirmiş bir yaratıktı.
Orlando'nun 1992 yılında yapılmış bir de filmi var. Okuduklarımın filme ne derece aktarıldığı merakımı uyandırdı. Bulabilirsem izlemeye düşünüyorum.


"Genç bir erkekken nasıl ısrarla kadınların itaatkar, iffetli, mis kokulu ve şık olmalarını istediği geldi aklına. "Artık bu isteklerin bedelini kendi benliğimden ödemem gerecek" diye düşündü, "çünkü kadınlar (bu cinsiyette kısa deneyimine bakılırsa) doğuştan iffetli, itaatkar mis kokulu ve şık değiller. Onlarsız yaşamın zevklerinden hiç birini tadamayabilecekleri bu güzellikleri ancak bunaltıcı bir disiplinle elde edebilirler. Saçların yapılması var diye" düşündü, "yalnızca bu bile sabahımın bir saatini alır; aynaya bakmak var, bu da bir saat; balenlenip korselenmek var; yıkanıp pudralanmak var; ipekliden dantele, dantelden mat ipeğe üst baş değiştirmek var, yıllar yılı iffetli olmak var..."

Şimdiye kadar okuduğum en hoş empati örneği. Okunması tarafımdan tavsiye olunur.

25 Ekim 2010 Pazartesi

Virginia Woolf - Mrs. Dalloway


Mrs. Dalloway

Virginia Woolf

İletişim Yayınları

2010 İstanbul

ISBN: 975-470-022-2

192 Sayfa

Çeviri: Tomris Uyar





"Yaşamı ve ölümü vermek istiyorum, sağlığı ve çılgınlığı; toplum düzenini eleştirmek istiyorum, işler halinde, en yoğun biçiminde."



Evet, Virginia Woolf güncesinde Mrs. Dalloway için böyle yazmış. Gerçekten de bunu başarmış. Yaşam ve ölüm iç içe romanda. Bu ölüm ve yaşamın iç içe olması belki de zor okunan bir roman yapmış, Mrs. Dalloway'i. Çok kalın bir kitap olmamasına rağmen bir haftada ancak okuyabildim. Yazar romanı bölümlere ayırmadığı için bu da okumayı güçleştiren bir unsur. Bazı satırları dönüp tekrar okudum ve cümleleri iyice anlamlandırmaya çalıştım. Virginia Woolf aslında ciddi bir zaman yaratarak okunacak bir yazar. Öyle otobüste, sağda solda okunamıyor. Ancak ben kendi adıma, bu kadar geç Woolf okuduğum için hayıflanırken, aslında farkında olmadan doğru bir iş yapmışım. Daha gençken okusam hem bu kadar sabırlı olmayabilirdim, hem de bazı şeyleri fark edemeyebilirdim.

Yazar romanda bir günü, tam bir gün bile değil aşağı yukarı 10-12 saatlik bir zamanı anlatır. Deniz Feneri’nde olduğu gibi bariz bir olay yoktur. Bu 12 saatlik zamanda geri dönüşlerle şimdiki zaman ve geçmişi bir arada anlatır. Romanda Big Ben’de önemli bir roldedir. Saatin kaç olduğunu o bize söyler. Mina Urgan’ın belirttiğine göre yazar romanına ilk olarak The Hours (Saatler) adını vermeyi düşünmüş. Aslında bu daha iyi bir isim olurdu. 
Romanda iki baş kişi var: Clarissa Dalloway ve Septimus Warren Smith. Clarissa Dalloway yüksek sınıftan ellili yaşlarında bir ev hanımıdır. Roman Clarissa Dalloway’in akşam vereceği parti için çiçekçiye gitmesi ile başlar. İki baş kişi birbirini tanımazlar ancak ikisi de reklam uçağını görür, bir lastik patlamasını duyarlar ve resmi bir araba görürler. Birbirlerine yakın ama birbirlerini tanımadan yaşarlar aynı günü. Daha da ilginci ikisi de Shakespeare’in sözlerini anımsarlar. "Şimdi ölmek, şimdi çok mutlu olabilmek demektir."

Clarissa Dalloway dışında diğer karakterler daha belirgin çizilmiş. Fakat Clarissa’nın nasıl bir karakteri olduğu pek anlaşılmıyor.

Diğer baş karakter Septimus Warren Smith ise savaşta yakın bir arkadaşının ölümünü gördükten sonra ruhsal dengesini kaybetmiş bir savaş mağdurudur. Septimus 30 yaşındadır ve bir İtalyan ile evlidir. Bir şirkette çalışmaktadır. Sık sık hezeyanlar yaşar.

Romanın sonunda birbirini tanımayan Clarissa ve Septimus aynı düşünce ile birleşirler ve bütünleşirler.

Dediğim gibi zor okunan bir roman, fakat bilinç akışı yöntemi bu romanla mükemmel hale gelmiştir. Bir baş yapıt.

Big Ben Saat Kulesi

18 Ekim 2010 Pazartesi

Virginia Woolf - Deniz Feneri


Deniz Feneri  (To The Lighthouse)

Virginia Woolf

İletişim Yayınları

2008 İstanbul

ISBN: 9789754707939

248 Sayfa

Çeviri: Naciye Akseki Öncül





"Mrs. Ramsay kumda bir çukur açıp sonra, o anı tüm kusursuzluğu, yetkinliği ile oraya gömer gibi yine üstünü kapattı"




Mina Urgan’ın kitabının hemen arkasından Deniz Feneri’ne devam etmek ile iyi bir seçim yapmışım. Virginia Woolf’un hayatını okumaya devam ettiğim izlenimine kapıldım. Daha sonra Mina Urgan’a dönüp roman ile ilgili yazdıklarını okuyunca bu hissimin yersiz olmadığını anladım. Deniz Feneri, Virginia Woolf’un tek otobiyografik romanı olarak sayılıyor. Çocukluk anılarına dayanarak yazdığı roman,  1927 yılında yayınlanmıştır.


Ölen anne - babasını andığı için “Deniz Feneri” adı yerine “Ağıt” adını vermeyi düşünmüş Woolf. Bay ve Bayan Ramsey Virginia Woolf'un anne - babasının romanda canlanmış halidir. Kız kardeşi okurken bir ölünün bu denli canlamasından dolayı büyük bir heyecana kapılmış.



Virginia Woolf çocukluğunda yazları ailece Cornwall kıyılarındaki St. Ives’e giderlerdi. Roman her ne kadar aynı bölgede geçmese de (İskoçya Sahili açıklarında geçer) Virginia Woolf’un bu yaz anılarını romanda kullanmış ve romanı zorlanmadan yazmış.


Deniz elbette romanda önemli bir öğedir. Romana adını veren Deniz Feneri ise romanın başlıca simgesidir. Romanda bir öykü yada olaylar zinciri yoktur. Kişilerin iç dünyasının aktarıldığı romanda bana göre en önemli olay Ramsey’lerin küçük oğulları James’in Deniz Fenerine gitmek istemesidir. (Nedense küçük James gözümde "Öyle Bir Geçer Zaman ki" dizisinin Osman’ı olarak canlandı- meraklısına not: Dizi çok içimi acıttığı için izleyemiyorum).

Romanın ilk bölümü hemen hemen bir günü anlatır. İkinci bölüm ise on yıllık bir dönemde yaşananları bize özetler ve kısa bir bölümdür. Son bölümde ise on yıl sonra Ramsey’lerin evlerine dönmeleri ve Deniz Fenerine gitmeleri anlatılır.

Roman beni üzdü. James'ın istediği zaman değil de on yıl sonra üstelik yaşadığı üzücü olayların ardından Deniz Fenerine gitmesi insanın içini acıtıyor. Okumayanları göz önüne alarak fazla detay vermek istemiyorum. Beni üzse de böyle güzel bir roman okumak beni mutlu etti. Keşke daha önce Woolf okumaya başlasaydım. Diğer taraftan hiç okumayabilirdim diye düşünüp avunuyorum.



Hayalimdeki Deniz Feneri.

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...